Deport Nedir?

Deport kararı kaldırma ile ilgili sorular uygulamada sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Deport kararı Türkiye’de bulunan yabancıların sınır dışı edilmeleri ve haklarında Türkiye’ye giriş yasağı konulması anlamına gelir.

Yabancının Türkiye içerisinde vize ihlali yapma, kanuna, ahlaka aykırı faaliyetlerde bulunma, ulusal güvenlik veya sağlık için tehlikeli olma, çalışma izni olmaksızın çalışma gibi faaliyetleri sürdürmesi sonucunda deport edilmesi söz konusu olur.

Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı olmayan kişiler Türk hukuk düzeni içerisinde yabancı olarak kabul edilir. Yabancılar yine de hukuki olarak farklı statülere sahiptir. Ancak kişinin yabancı kabul edilmesindeki temel unsur vatandaşlığının olup olmamasıdır.

Hakkında deport kararı verilip sınırdışı edilen yabancının bir daha Türkiye’ye giriş yapabilmesi için giriş yasağının kalkması yani deport kararının kaldırılması gerekir. Deport kararının kaldırılması yabancılar için önemli bir durum arzeder. Çünkü deport edilen kişiler eşlerinden çocuklarından ayrı yaşayabilmekte veya gönderildikleri ülkelerde sıkıntılı şartlarla karşılaşabilmektedir.

Deport Edilme (Sınırdışı Edilme) Sebepleri

Deport kararının kaldırılması konusunda en önemli unsur deport kararının hangi gerekçeye dayanılarak verildiğidir. Buna bağlı olarak kişi kısa süreliğine deport edilebileceği gibi ömür boyu yurda girişi de yasaklanabilir. Deport olma nedenleri çok çeşitli olabileceği gibi en çok karşılaşılan nedenler olarak vize süresini aşma veya oturma izni süresini uzatmama hallerini söyleyebiliriz.

En temel neden olarak yabancıların Türkiye içerisinde hukuka aykırı faaliyetlerini söyledik. Buna bağlı olarak uygulamada şu nedenlerle karşılaştığımızı söyleyebiliriz:

  • Yabancının oturma izni olmasına rağmen çalışma izni almaksızın Türkiye’de çalışıyor olması. Yani kaçak çalışan yabancı deport edilmektedir.
  • Türkiye’de bulunmak için aldığı vizenin süresinin dolmuş olmasına rağmen ülkeden çıkış yapmayan yabancı vize ihlali yapmış olur ve sınırdışı edilir. (Vize ihlali olarak adlandırılan bu durumda eğer yabancı vize ihlali cezasını öder ve çıkış giriş yapar ve devamında 10 gün içerisinde oturma iznine başvurursa deport edilmez.
  • Oturma izni süresi dolmasına rağmen bunu uzatmayan yabancı yakalanarak sınır dışı edilir.
  • Yabancılar bazen Türkiye’de belirli hakları elde etmek için muvazaalı evlilik yaparlar. Bu sahte evlilik tespit edilirse yabancı gene sınır dışı edilir. Ayrıca hakkında V70 tahdit kodu işlenir.
  • Yabancı kişi Türkiye’de fuhuş gibi ahlaka aykırı eylemlerde bulunmuşsa yakalanarak deport edilir.
  • Yabancının suç işlemesi ve hapis cezasına mahkum edilmesi de bir sınır dışı edilme sebebidir. Terör örgütü üyesi veya sempatizanı olan yabancı da bu kapsamda deport edilebilecektir.
  • Türkiye’ye kaçak yollarla veya sahte evraklarla giren kişilerin sınırdışı edildiği de görülmektedir. Hakkında deport kararı olan bir kişi Türkiye’ye her nasılsa yasaklı giriş yapmışsa gene sınır dışı edilir.
  • Yabancının, toplum sağlığını tehlikeye sokacak bulaşıcı bir hastalığa yakalandığı tespit edilirse gene hakkında deport kararı verilebilir.
  • Uluslararası koruma başvurusu reddedilen yabancılar ile bu koruma statüleri sona eren yabancılar için de deport edilmeleri söz konusu olacaktır.

Burada saydığımız nedenler sınırlı değildir. Yabancının başka nedenlere dayalı olarak deport edilmesi de mümkündür. Yurt dışı edilme nedenine bağlı olarak yurda giriş yasağı süresi de belirlenir. Dediğimiz gibi her nedene bağlı olarak farklı süreler vardır.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye giriş yasağı ile ilgili yeni düzenlemeler yapılmıştır. Buna göre artık kişinin Türkiye’ye girişi 1 ay ile 5 yıl arasında yasaklanabilmekte ve her bir kısıtlama için farklı sonuçlar doğabilmektedir.

Bazı durumlarda sınır dışı edilen kişi için sınır dışı edilme nedenine bağlı olarak yabancı tahdit kodu konur. Bu nedenle yabancı hakkında işlenmiş kodun kaldırılması önem arzeder. Bu sürecin bir avukat yardımı ile sürdürülmesi de aynı önemdedir.

Deport Kararını Kim Verir?

Yabancının deport edilmesine Göç İdaresi Genel Müdürlüğü veya ilgili valilik karar verir. Burada kişiye bir yurda giriş yasağı süresi belirlenir ve bu sürenin belirlenmesinde idarenin yetkisi çok geniştir. Ancak buna rağmen gene kanunda öngörülen sınırlar içerisinde bir süre belirlenecektir.

Bahsedildiği gibi idarenin yetkisi geniştir ve bu yetki bazen fevrice kullanılmaktadır. Ancak bu şekilde kullanılan yetkiye karşı ise yargı yolu açıktır.

Deport Kaldırma İşlemleri

Kural olarak hakkında sınır dışı edilme kararı olan kişi, yani deport edilen yabancı, yurda giriş yasağı süresi dolmadan Türkiye’ye giriş yapamaz. Ancak bu durumun bazı istisnaları vardır. Yani her zaman bu sürelerin dolmasını beklemeye gerek yoktur.

Deport kaldırma işlemleri iki türlü olabilir.  İlk olarak yabancı meşruhatlı vize almış olabilir. Bu vize ile hakkında verilen sınır dışı süresi dolmadan ülkeye giriş yapabilir. İkinci olarak da yabancı, hakkında verilen deport kararının iptalini idare mahkemesinden dava yolu ile talep edebilir. Aşağıda bu iki yolu ayrıntıları ile anlatacağız.

Meşruhatlı Vize Alarak Deport Kaldırma

Deport kararına rağmen Türkiye’ye yabancının giriş yapabilmesinin bir yolu meşruhatlı vize alınmış olmasıdır. Hakkında deport kararı uygulanmış bir yabancı, evlilik dolayısıyla, eğitim – araştırma dolayısıyla, çalışma – tedavi dolayısıyla alacağı meşruhatlı vize sayesinde süresi dolmamış olmasına rağmen Türkiye’ye giriş yapabilir. Bu saydığımız vizelerin alınabilmesi için söz konusu sebeplere dayanak teşkil eden evraklar vize başvurusu sırasında belgelenmelidir. Aksi halde başvuru reddedilir.

Meşruhatlı vize davetiyesi başvurusunu uzmanı olmayan kişiler yaptığında genelde ret kararı gelmektedir. Bu işlemleri mutlaka daha önce çalışmış bir avukat ile yürütmeniz sağlıklı olacaktır.

Bazı kişilerin meşruhatlı vize talep etmeleri mümkün olmaz. Burada terör örgütü üyeliği ve devlet aleyhine faaliyet gösterme gibi nedenlerle sınır dışı edilme durumları kastedilmektedir. Bu kişiler meşruhatlı vize talep ederek ülkeye giremez ancak idare mahkemesinde deport kararının iptali talepli bir dava açmaları ve bu davanın başarıya ulaşması sonucunda deport kararı kaldırılır ve Türkiye’ye giriş yapabilirler.

Deport Kararına Karşı Dava Yolu

Deport kararına itiraz, dava yolu ile gerçekleştirilebilir. Deport kararı idarenin aldığı bir karar olması dolayısıyla idari işlem niteliğindedir. İdari işlemlerin iptali için idare mahkemesinde iptal davası açılmalıdır. İdarenin gerçekleştirdiği bütün iş ve işlemler yargı denetimine tabi tutulabilir. İdarenin bu işlemleri yargıya taşınmadığı müddetçe hukuka uygun kabul edilir.

Eğer bir yabancı hakkında deport kararı alınmışsa, kararı alan idare ilgili yabancıya veya bu yabancının yasal temsilcisine kararı gerekçeli olarak tebliğ eder.

Sınır dışı edilme kararı kendisine uygulanmak istenen yabancı bu çerçevede hakkında verilen deport kararının hukuka aykırı olduğunu iddia ederek idare mahkemesinde iptal davası açabilir. Burada sınırdışı etme kararına itiraz niteliğindeki bu davayı açabilmek için 7 günlük hak düşürücü süre söz konusudur. Deport kararının kendisine tebliğ edilmesinden itibaren 7 gün içinde bu davayı açmalıdır.

DİKKAT!: Bu kararı tebliğ alan yabancı dava konusunda oldukça hızlı hareket etmelidir. Çünkü dava yoluna gitmek isteyen yabancı avukata gittiğinde avukatın yapacağı ve zaman alan bir çok işlem (il göç idaresi ile yazışma, olaya göre başka yerden toplanacak belgelerin toplanması, gerekli karar araştırması, dilekçe yazımı, dava açılması) mevcuttur.

Genel olarak bu karara karşı idare mahkemesinde açılan iptal davası deport işleminin uygulanmasını durdurur. Yani mahkeme bir karar verene kadar kişi sınır dışı edilemez ve Türkiye’de kalmaya devam edebilir. Bu yabancı için oldukça iyi bir haktır.

Bazı durumlarda sınır dışı edilen kişi için sınır dışı edilme nedenine bağlı olarak kod konur. Örneğin G-87, V-70 kodları gibi. Bu kodların kaldırılması da ancak idare mahkemesinde açılacak davaya bağlıdır. Bu konuyu yukarıda linkini verdiğimiz yazımızda ayrıntılı açıklamıştık.

Sınır Dışı Edilme İşlemleri ve Süreci

Hakkında deport edilme sebepleri gerçekleşen yabancı kolluk kuvvetleri tarafından yakalanmış olabilir. Resmi bir kurumun durumu farketmesi üzerine kolluk kuvvetlerine durum ihbar edilmiş olabilir. Yahut yabancı kendi isteği ile kolluk kuvvetlerine durumu bildirerek ülkeyi terk etmek istediğini bildirebilir.

Yakalanan yabancı öncelikle hastaneye götürülerek muayene yapılır. Sonrasında İl Göç İdaresinin bu tarz durumlar için belirlediği bir yere götürülür. Burada yabancı kişinin deport edilmesine ilişkin evraklar hazırlanır.

Yabancı bu aşamada da (henüz karar çıkmadan) avukat tutabilir, görüşebilir, sınırdışı kararı çıkmaması için avukatının İl Göç İdaresi ile görüşmesini sağlayabilir veya gerekli evrakları alarak karara itiraz etmesini sağlayabilir.

Belgeleri tamamlanan yabancı geri gönderme merkezine gönderilir. İstanbul’da yabancı kadın Silivri Geri Gönderme Merkezine gönderilirken yabancı erkek Çatalca Geri Gönderme Merkezine götürülür. Geri gönderme merkezine bu şekilde nakledilen yabancı işlemleri bittiğinde ve dava da açmamış ise ülkelerine gönderilmesi sağlanır. Bazı durumlarda ise yabancının istediği başkaca bir ülkeye gönderilebilir.

Terke Davet (Terke Çağrı) Nedir?

Deport edilmeleri için gereken şartlar oluşan yabancı eğer kendisi kolluk kuvvetlerine sınır dışı edilmek üzere başvurursa veya avukat aracılığı ile deport değil de terke davet verilmesine karar verilmesini sağlar ise geri gönderme merkezine götürülmek zorunda kalmayabilir. Bu yabancılar için terke davet isimli hukuki prosedür söz konusu edilir ki bu çok daha iyidir. Hakkında terke davet prosedürü işletilen yabancıya Türkiye’den ayrılması için en az 15 günlük mühlet tanınır. Bu sürenin üst sınırı 30 gündür.

Terke davet için yabancının illa kendi durumunu kolluk birimlerine bildirmiş olması şart değildir. Normal şartlarda vize ihlali tespit edilmiş ve hakkında idarece deport kararı verilmiş kişi de terke davet edilebilir. Bu durum idarenin takdirindedir.

Bununla beraber yabancı kolluk kuvvetlerine kendi rızası ile durumu bildirmişse her zaman terke davet kurumu hükümleri bu yabancı hakkında uygulanacak diye bir kural da yoktur. Burada deport edilme şartları gerçekleşmiş olan yabancının özel durumuna, geçmişine vb. subjektif özelliklerine bakılır.

Deport edilecek kişi için kaçma, saklanma şüphesi, yasaklı giriş çıkış yapmış olmaları,sahte belgelerle iş yapmaya çalışmış olmaları gibi durumlar söz konusu ise terke davet prosedürü işletilmez.

Kimler Sınırdışı Edilemez?

Yabancı sınır dışı edileceği zaman gönderildiği ülkede ölüm – işkence tehlikesi ile karşılaşacaksa bu kişinin deport edilmesi mümkün değildir. Bu konuda gerçekçi emarelerin varlığına bakılır.

Eğer sınır dışı edilecek yabancının gebelik, yaşlılık gibi seyahat engelleri bulunuyorsa bu kişinin gönderilmesi de mümkün değildir.

Kişinin Türkiye’de önemli bir tedavisinin sürüyor olması ve bu tedavinin transfer edileceği ülkede mümkün olmaması veya transfer sürecinin yabancıyı sağlıken kötü etkileyeceği gibi durumlar söz konusu ise gene deport edilme yapılamaz.

Cinsel şiddet, insan ticareti veya önemli derecede fiziksel – psikolojik şiddete maruz kalmış ve tedavileri süren yabancılar da bu kapsamda sınır dışı edilemeyeceklerdir.

Bu kişiler için sınır dışı kararı verilemeyeceği kanunen belirlenmiştir. Ancak sonuçta bu yabancılar da deport edilme şartları üzerlerinde gerçekleşmiş kişilerdir. Bu nedenle sabit bir yerde ikamet ediyor olmaları istenebileceği gibi belirli sürelerde belirli bildirimlerde bulunmaları da kendilerinden istenebilir.

Davanın Açılmasında Zamanaşımı

Deport kararı kaldırma talepli açılan davada zamanaşımı süresi 15 gündür. Kişi sınırdışı edilme kararının kendisine tebliğ veya ibraz edilmesinden itibaren 15 gün içerisinde iptal davasını açmalıdır.

Terke davet prosedüründe yabancıya ülkeyi terketmesi için en az 15 gün olacak şekilde bir süre tanınır. Yabancının bu süre içinde ülkeyi terketmemesi halinde yakalanarak geri gönderme merkezine transfer edilmesi gibi zorlu hukuki prosedür işletilir.

Kişiye deport kararı ile birlikte işlenen kodların iptali sürenin geçmesi ile gerçekleşmez. Bu kodlar ancak dava açarak kaldırılabilir. Bunun için herhangi bir hak düşürücü zamanaşımı süresi söz konusu değildir.

Deport Kararı Kaldırmada Görevli ve Yetkili Mahkeme

Deport kararının iptaline yönelik olarak açılacak olan iptal davasında görevli mahkeme idare mahkemeleridir. Sınır dışı edilme kararı idari bir işlem olması dolayısıyla hukuka uygunluğunu denetleyecek olan da idare mahkemesidir.

Yetkili mahkeme de idari işlem niteliğinde olan bu kararı veren idarenin bulunduğu yer mahkemesidir. Yani hakkında deport kararı uygulanan yabancı bunun iptali için açacağı davayı işlemi uygulayan idarenin bulunduğu yerdeki idare mahkemesinde açmalıdır.

Yabancı hakkında verilen deport kararının nedenine bağlı olarak kişiye verilen kodun iptali ve kaldırılması için açılacak davada da görev ve yetki kuralı aynıdır. Yani kodu kişinin siciline işleyen idarenin bulunduğu yer idare mahkemesinde dava açılmalıdır.

İşten mi Çıkarıldınız? İşe İade Hakkınız Var Mı? İşe İade Koşulları Nelerdir?

4857 Sayılı İş Kanunu, iş güvencesi hükümleri ile işveren tarafından yapılan sözleşmenin sona erdirilmesi serbestisini kaldırmıştır. İş sözleşmesinin feshinin geçerli olmasını yasada belirlenen nedenlere bağlamış, feshin geçersiz yapılması halinde işçiye işe geri dönmeyi talep etme hakkı ve işçinin boşta geçirdiği süreye ilişkin olarak en Çok dört aya kadar ücretin Ödenmesi imkanını tanımıştır. İş güvencesi kapsamında açılan işe iade davası sonucunda iş sözleşmesinin feshinin geçersizliği mahkeme tarafından hükmedilerek işçinin bir ay içerisinde yeniden işe başlatması zorunlu hale getirilmiştir. İşçinin işe başvurusu sonucu, işveren işçiyi bir ay içerisinde işe başlatmaz ise, işçiye en Çok sekiz aylık ücreti tutarında işe başlatmama tazminatını da işveren Ödemekle yükümlü olur.

İşe İade Davası AÇabilmek İÇin Gerekli Olan Koşullar 
  1. 1.  Belirsiz Süreli İş SÖzleşmesi ile Çalışıyor Olmak 

İş Kanunu’na göre iş sözleşmesi belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmesi şeklinde olabilmektedir. Bu ikili ayrım sözleşmenin sona ermesi halinde Önem arz etmektedir. Onun dışında kural olarak Çalışma koşulları açısından her iki sözleşme arasında farklılık bulunmamaktadır. İş Kanunu’nun 11. Maddesinde belirtildiği üzere, iş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı durumlarda sözleşme belirsiz süreli sayılır.

Kural olarak belirli süreli iş sözleşmesinde, taraflarca belirlenen süre sonunda iş sözleşmesi kendiliğinden sona ereceğinden İş Kanunu’nda belirli süreli Çalışan işçilerin işe iade davası açma hakkı bulunmamaktadır. 

Ancak İş Kanunu’nda belirli süreli iş sözleşmesinin esaslı bir neden olmadıkça birden fazla kez üst üste yapılması yasaklanmış, bunun olması halinde iş sözleşmesinin başından itibaren belirsiz süreli kabul edileceği belirtilmiştir. Böyle bir durumda da işçinin işe iade davası açma hakkı bulunmaktadır. 

  1. 2.  İş SÖzleşmesinin İşveren Tarafından Feshedilmesi 

İş sözleşmesinin işveren tarafından sona erdirilmesi halinde işe iade davası açılabilmektedir. İşçi tarafından yapılan fesihlerde, işçinin işe iade davası açma hakkı bulunmamaktadır. 

  1. 3. İşyerinde en az 30 İşÇi Çalışması 

İşe iade davası açmak isteyen işçinin ayrıldığı işyerinde en az 30 işçi Çalışıyor olmalıdır. İşverenin aynı işkolunda birden fazla işyerinin bulunması halinde, işyerinde Çalışan işçi sayısı, bu işyerlerinde Çalışan toplam işçi sayısına göre belirlenir.

  1. 4. İşçinin en az 6 Aylık Kıdeminin Olması 

İşe iade davası açılabilmesi için bir diğer koşul da işçinin işyerinde en az 6 aylık kıdeminin olmasıdır. Bu süreden daha az bir zaman diliminde Çalışmış olan işçi bu korumadan yararlanamayacaktır. 6 aylık kıdem hesaplanırken İş Kanunu’nun “Çalışma süresinden sayılan haller” başlıklı 66. maddesindeki süreler dikkate alınacaktır. Altı aylık kıdem, aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde geçen süreler birleştirilerek hesap edilmelidir. Yer altı işlerinde Çalışan işçilerde kıdem şartı aranmaz.

  1. 5.  İş SÖzleşmesinin Feshinin GeÇerli bir Sebebe Dayanmaması 

İşçi ancak işveren tarafından yapılan feshin geçerli bir nedene dayanmaması halinde işe iade davası açabilecektir. İş Kanunu’nun 18. maddesinde Özellikle aşağıda yazılı hususlar geçersiz fesih nedeni olarak sayılmıştır. Yani aşağıdaki hallerde, iş sözleşmesi geçersiz feshedilmiş sayılır.

  • Sendika üyeliği veya Çalışma saatleri dışında veya işverenin rızası ile Çalışma saatleri içinde sendikal faaliyetlere katılmak. 
  • İşyeri sendika temsilciliği yapmak. 
  • Mevzuattan veya sÖzleşmeden doğan haklarını takip veya yükümlülüklerini yerine getirmek için işveren aleyhine idari veya adli makamlara başvurmak veya bu hususta başlatılmış sürece katılmak. 
  • Irk, renk, cinsiyet, medeni hal, aile yükümlülükleri, hamilelik, doğum, din, siyasi görüş ve benzeri nedenler. 
  • İş Kanunu’nun 74. maddede ÖngÖrülen ve kadın işÇilerin Çalıştırılmasının yasak olduğu sürelerde işe gelmemek. 
  • Hastalık veya kaza nedeniyle İş Kanunu’nun 25. maddenin (I) numaralı bendinin (b) alt bendinde ÖngÖrülen bekleme süresinde işe geÇici devamsızlık. 
  1. 6.  İşveren Vekili Olmamak 

İş Kanunu’nun 2. maddesinde işveren vekili, “işveren adına hareket eden ve işin, işyerinin ve işletmenin yönetiminde gÖrev alan kimseler” olarak tanımlanmıştır.

İş Kanunu’nun 18. Maddesinin son fıkrası gereğince; işletmenin bütününü sevk ve idare eden işveren vekili ve yardımcıları ile işyerinin bütününü sevk ve idare eden ve işçiyi işe alma ve işten Çıkarma yetkisi bulunan işveren vekilleri işe iade davası açamayacaklardır.

Dava AÇma Süresi 

İş sözleşmesi feshedilen işçi, geçersiz olduğunu düşündüğü fesih bildiriminin tebliğinden itibaren bir ay içinde, İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri aracılığıyla, işe iade talebiyle arabulucuya başvurmak zorundadır. Bu süre içinde işçi müracaat etmediği takdirde, hak düşürücü süre olması sebebiyle, işçi işe iade edilme hakkını kaybedecektir. İşverenin ihbar Öneli fesih bildirimi yapması durumunda; ihbar süresi sonundan itibaren değil, fesih bildiriminin işçiye tebliğ tarihinden itibaren bir ay içinde arabulucuya müracaat edilmelidir. 

İşe İade Davasında İspat Yükü 

İş sözleşmesinin feshinin geçerli bir nedenle yapıldığını ispat etmekle yükümlü olan taraf işverendir. Eğer işçi feshin başka bir sebebe dayandığını iddia ediyor ise bu durumda ispat yükü işçi de olacaktır. 

Fesih Bildirimin Şekli ve İÇeriği 

Haklı sebeple de olsa iş akdini fesheden işveren bu açıklamasını işçiye ulaştırmakla yükümlüdür. İş Kanunu’nun 19. maddesine gÖre işveren tarafından yapılan fesih bildiriminde yazılı şekle uyulmalı ve fesih sebebinin açık ve kesin olarak belirtilmesi gerekmektedir. Fesih bildiriminin yazılı ve gerekçeli olması işçinin işe iade davası açması durumunda ispat kolaylığı sağlamaktadır. 

İşçinin Savunmasının Alınmaması 

Bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, hakkındaki iddialara karşı savunması alınmadan davranışı veya verimi ile ilgili nedenlerle feshedilemez. İş Kanunu’nda savunmanın ne şekilde alınması gerektiği belirtilmemiş ise de yazılı olarak savunma alınması uygun olmaktadır. 

İşverenin İşÇiyi İşe Başlatmaması Halinde İşverenin Ödeyeceği Tazminat 

İşveren, işçiyi başvurusu üzerine bir ay içinde işe başlatmaz ise, işçiye en az dört aylık ve en Çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat Ödemekle yükümlü olur. Ayrıca işveren, (İşçiyi işe başlatması ihtimali de dahil) mahkeme kararının kesinleşmesine kadar Çalıştırılmadığı süre için işçiye en Çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları da Ödemek zorundadır.

Davanın Kabulü Halinde İzlenecek Yollar 

Mahkeme tarafından feshin geçersizliğine ve işçinin işe iadesine karar verilmesi halinde, kesinleşmiş mahkeme kararının işçiye tebliğ edilmesinden itibaren on iş günü içerisinde işçi, işe iade talebiyle işverene başvurmak zorundadır. Süresinde işverene başvuran işçi, bir ay içerisinde işe başlatılmalıdır. Eğer işveren işçiyi işe başlatmaz ise, kararın kesinleşmesine kadar işçinin boşta kaldığı en Çok dört aylık ücreti ile en Çok sekiz aylık ücreti tutarındaki işe başlatmama tazminatını işveren Ödemek zorundadır. 

Davanın Reddi Halinde İzlenecek Yollar  

İşe iade davası red olunmuş olsa bile işçinin kendisine verilmeyen kıdem, ihbar tazminatı ve fazla mesai alacağı ve diğer yasal işçilik hakları ayrı bir dava ile işverenden istenebilecektir. 

AİLE HUKUKU

A – BOŞANMA DAVASI

Boşanma davaları çekişmeli boşanma davası ve anlaşmalı boşanma davası olarak ikiye ayrılır. Çekişmeli boşanma davası TMK m. 166/3 dışında kalan tüm davalardır. Taraflar boşanma hususunda anlaşsalar dahifer’i konularda anlaşamadıkları takdirde mahkemenin görecek olduğu dava türü çekişmeli boşanma davası olacaktır. Boşanma davasına anlaşmalı diyebilmek için boşanma, nafaka, tazminat, velayet ve  kişisel ilki kurulması hususunda tarafların anlaşması gerekir.

B – EŞLER ARASINDAKİ MAL REJİMİ

Eşlerin evlilik birliği esnasında sahip oldukları malların tasarrufuna, tasfiyesine ilişkin kurallar mal rejimini oluşturur. 1 OCAK 2002 tarihinden itibaren yasal mal rejimi edinilmiş mallara katılma rejimi olarak kabul edildi. 1 Ocak 2002 tarihinden sonraki evliliklerde eğer bir mal rejimi seçilmediyse, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. 1 Ocak 2002 tarihinden sonraki evliliklerde ise, bu tarihe kadar elde edilen mallarda mal ayrılığı rejimi, sonraki mallarda ise edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. Mal rejimi sözleşmesi noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılabilir. Evlenme başvurusu sırasında eşler yazılı olarak talepte bulunarak mal ayrılığını da seçebilirler.

2 – SOYBAĞININ KURULMASI

A – TANIMA

Anne ile çocuk arasındaki soybağı doğumla kurulur. Evlilik içinde doğmayan çocuk nesepsiz sayılır. Nesepsiz doğan çocuğun babası Nufüs Dairesine yazılı bildirimde bulunarak, çocuk ile kendisi arasında soy bağı kurulmasını sağlayabilir. Bu işlem tanımadır. Tanıma, geçmişe yönelik hüküm ifade eder. Çocuğun doğduğu andan itibaren soybağı kurulmuş olur. Soybağının oluşması ile çocuk evlilik dışında doğsa bile diğer çocuklar gibi miras hakkından eksiksiz yararlanır.

B – BABALIK DAVASI

Tanıma kurumunu kendi rızası ile sağlamayan babaya karşı; anne ya da çocuğun açabileceği davadır. Babalık davası açma hakkı; kişiye sıkı sıkıya bağlı olan haklardandır. Annenin ölümü ile mirasçılarına geçmez. Dava babaya karşı açılır, eğer baba ölmüşse mirasçılarına karşı açılır. Dava, Cumhuriyet savcısına ve hazineye; dava ana tarafından açılmışsa kayyıma, kayyım tarafından açılmışsa anaya ihbar edilir. Ancak babalık davasının açılabilmesi için, çocuğun soybağının kurulamamış olması gerekir. Başka bir erkekle arasında soybağı olan çocuk için babalık davası açılamaz. Öncelikle ilk olarak kurulan soybağının reddi gerekir.

C – SOYBAĞININ REDDİ

Soybağının reddi davası, baba ile çocuk arasında herhangi bir sebeple oluşan soybağının çürütülmesi için açılır. Baba yada anne dava açabileceği gibi, çocukta dava hakkına sahiptir. Çocuk evlilik içinde ana rahmine düşmüşse davacı, kocanın baba olmadığını ispat etmek zorundadır. Evlenmeden başlayarak en az yüzseksen gün geçtikten sonra ve evliliğin sona ermesinden başlayarak en fazla üçyüz gün içinde doğan çocuk evlilik içinde ana rahmine düşmüş sayılır. Soybağının reddi davaları aile mahkemelerinde açılır.

3 – EVLAT EDİNME

Evlat edinmeye karar verilebilmesi için küçüğün yararına olması ve evlat edinenin kişinin diğer çocuklarının hakkını gözetmesi gerekir. Küçüklerin evlat edinilebilmesi için, evlat edinen tarafından bir yıl süreyle bakılmış ve eğitilmiş olmalıdır. En az beş yıldır evli bulunan ve otuz yaşını doldurmuş olan eşler birlikte evlat edinebilir. Eşler eğer diğer eşin çocuğunu evlat edinmek istiyorsa, iki yıldan beri evli olmaları ve evlat edinmek isteyenin otuz yaşını doldurmuş olması gerekir. Resmi olarak evli olmayan eşler birlikte evlat edinemezler.

Evli olmayan kişiler tek başına evlat edinebilir. Evlat edinilenin, evlat edinenden en az on seiz yaş küçük olması gerekir. Evlatlık ilişkisi, ancak mahkeme kararı ile kurulabilir.

4 – VELAYET

Velayet, 18 yaşından küçük ergin olmayan çocuklar için geçerlidir. Ergin olmayan çocuk evlilik devam ettiği müddetçe anne ve babasının velayeti altındadır. Anne ve baba evli değilse çocuğun velayeti annesindedir. Anne küçük yada kısıtlı ise çocuğun menfaatini gözeterek aile mahkemesi hakimi çocuğa vasi atayabilir ya da velayeti babaya verebilir. Ortak hayata son verilmişse ya da boşanma gerçekleşmişse hakim çocuğun üstün yararını göz önünde tutarak velayeti eşlerden birine verebilir. Çocuğun eğitimi, yaşadığı ortam, bakım ve iaşesinin sağlanması çocuğun üstün yararının bir parçasıdır.

5 – ÇOCUK MALLARININ KORUNMASI

Anneler ve babalar, velayetleri kullandıkları müddetçe çocuğun mallarını yönetirler. Bu yönetim için hesap vermeleri gerekmez. Evlilik sona erdiğinde velayeti kendisine bırakılan taraf, yönetim hakkını kullanır, aile hakimine çocuğun mal varlığının dökümünü gösteren bir defter ibraz etmek zorundadır. Şayet çocuğun mallarında bir değişiklik olursa ya da çocuğun malvarlığı ile ilgili yatırımlar söz konusu ise bu değişiklikleri bildirmek zorundadır. Çocuğun mallarını yönetim hakkı, velayetin devamlılığına bağlıdır. Velayet, hakim tarafından kaldırılırsa, anne yada babanın yönetim hakkı ve yükümlülüğü sona erer. Anne ve baba çocuk mallarının gelirlerini öncelikle çocuğun giderleri, bakımı, eğitimi için kullanırlar. Adaletin gerektirdiği ölçülerde aile ihtiyaçları için kullanılabilir. Kullanımdan arta kalan miktarlar çocuk mallarına katılır. Çocuğun mallarının doğru yönetilmediği yahut tehlikeye girdiği durumlarda, aile hakimi yönetimi kayyıma bırakabilir.

6 – NAFAKA

A  – TEDBİR NAFAKASI

Tedbir nafakası, evlilik devam ederken ayrı yaşamaya başlayan eşlerden maddi olarak güçlü olanın, güçsüz olana ödediği nafaka türüdür. Nafaka miktarı tarafların maddi gücüne göre, yaşam standartları dikkate alınarak hükmedilir. Tedbir nafakası için, kusur aranmaz. Boşanma davası açılmadan da tedbir nafakası müstakil bir dava ile istenebilir.

B – YOKSULLUK NAFAKASI

Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmadığı müddetçe geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz nafaka isteyebilir. Yoksulluk nafakasının aylık ya da toplu olarak ödenmesine karar verilebilir. Hakimin aylık ödenmesine karar verdiği durumlar süreli ya da süresiz olabilir. Süreli olan nafakaların süresi ilamda belirtilmek zorundadır. Boşanma davası sırasında yoksulluk nafakası istemeyen taraf, bu hakkından feragat etmezse boşanmanın kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içinde ayrı dava açarak yoksulluk nafakası isteyebilir.

C – İŞTİRAK NAFAKASI

Velayete sahip olmayan tarafın, velayeti elinde bulunduran tarafa müşterek çocuklar için boşanma gerçekleştikten sonra ödediği nafaka türüdür. İştirak nafakası ödenmesinde kusur aranmaz. Müşterek çocuklar 18 yaşını doldurana kadar ödenir.

D – YARDIM NAFAKASI

Yoksulluğa düşecek olan alt soya ve üst soyuna ödenen nafaka türdür. Kişilerin, yoksulluk içinde bulunan anne, babasına ya da eğitimi devam eden 18 yaşını geçmiş çocuklarına ödediği nafaka türüdür. Yardım nafakası kardeşler içinde hükmedilebilir. Ancak kardeşlere ödenmesi için, nafaka yükümlüsünün refah içinde bulunması gerekir.

7 – VESAYET

A – VASİ VE KAYYIM TAYİNİ

Velayet altında bulunmayan küçükler yada çeşitli sebeplerden dolayı mallarını yönetemeyen kişileri korumaya yönelik bir kurumdur. Vasi, küçüğün ya da kısıtlının mallarının yönetimini sağlamak, hukuki işlemleri sürdürebilmek için vesayet makamı tarafından atanır. Kayyım ise, belli bir işin görülmesi için vesayet makamı tarafından atanır. Vesayet; velayet altında bulunmayan küçükler ve akıl hastalığı, akıl zayıflığı, savurganlık, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, kötü yaşama tarzı, kötü yönetim, özgürlüğü bağlayıcı ceza alan erginlerin hukuki işlemlerinde söz konusu olur.

B – VASİLİK GÖREVİNİN SONA ERMESİ

Vasilik görevi, Kanunda belirtilen hallerde sona erer. Vasinin fiil ehliyetini yitirmesi, ölmesi, görev süresinin sona ermesi, görevini ağır surette savsaklaması, ya da yetkilerini kötüye kullanması durumlarında sona erer. Ayrıca, vasinin görevini engelleyen sebepler oluştuğu takdirde vasi görevinden çekilmek zorundadır.

Gayrimenkul Davaları Nelerdir? Gayrimenkul Hukuku Hangi Davalara Bakar?

Gayrimenkul Hukuku, arazi, arsa, ev, daire, apartman vb. taşınmaz mallarla ilgili mevzuatları kapsar. Bu bağlamda tapu davası, istihkak davaları, kira davaları, kamulaştırma davaları, izaley-i şuyu davaları gayrimenkul dava konuları arasında yer almaktadır. Biraz daha yakından bakacak olursak;

  • Tapu Davaları: Gayrimenkul Hukuku davaları arasındaki tapu davaları, tapu tescil veya tapu iptali gibi dava türlerini kapsar. Hukuka aykırı düzenlemelerde tapu davaları açılarak mağduriyetin engellenmesi sağlanır. Asliye Hukuk Mahkemelerinde görülen tapu davaları, avukat vekaletiyle yürütülebilir.
  • İstihkak Davaları: Gayrimenkul Hukuku dava konularından istihkak davalarında taşınmazın haksız ihlali söz konusudur. Yine Asliye Hukuk Mahkemelerine açılan davalarla takip edilir.
  • Kamulaştırma Davaları: Gayrimenkul Hukuku davaları arasındaki kamulaştırma davaları, özel mülk ve arazilerin fiyatının belirlenerek kamulaştırma işlemlerine yapılan itirazları kapsar. Belediye ve kamu kurumlarına karşı açılabilir.
  • Kira Davaları: Kiracı ya da mal sahibi tarafından açılan kira davaları, kira bedeli veya tahliye sebebiyle oluşan uyuşmazlıkları çözer. Kira sözleşmesine uymayan her iki taraf da birbiri hakkında bu davayı açabilir.
  • İzaley-i Şuyu Davaları: Ortaklı taşınmaz mallarda ortaklığın sonlandırılması için açılan davalardır. Sulh Hukuk Mahkemelerinde açılabilir. Satış ya da taksim yoluyla ortaklık bitirilebilir.

Gayrimenkul Hukuku kapsamına giren birçok dava konusu daha vardır. En önemli ve sık görülen davalar bunlardır.

Gayrimenkul Hukuku Alanına Giren Diğer Davalar

Gayrimenkul Hukuku alanında avukatlar; tapu işlemleri, gayrimenkullerin kiralama sözleşmelerinin düzenlenmesi, alım-satım sözleşmelerinin hazırlanması, eser sözleşmesi, ayni, şahsi hak tesisi sözleşmeleri, imar projelerinin çevre mevzuatına uygunluğunun denetlenmesi, gayrimenkul finansman incelemesi, yabancıların mülk edinmesi, ipotek sözleşmelerinin denetlenmesi ve düzenlenmesi süreçlerinde hukuki destek vermektedir. Ayrıca;

  • Tapu iptali ve tescil davaları,
  • Tasarrufun iptali davaları,
  • Sözleşmelerden doğan uyuşmazlıklar nedeniyle açılan alacak davaları,
  • Kira bedeli tespit davaları,
  • Kira arttırma davaları,
  • Tahliye davaları,
  • Müdahalenin men’i davaları,
  • Zilyetliğin korunmasına ilişkin davalar,
  • Ecrimsil davaları,
  • İpotek ve rehin davaları,
  • Geçit hakkı davaları,
  • Kar irtifakı davaları,
  • Ortaklığın giderilmesi ve yolsuz tescilin düzeltilmesi gibi davalar da Gayrimenkul Hukuk alanındadır.

Yabancıların Mülk Edinmesi Gayrimenkul Hukuku Kapsamında!

Gayrimenkul Hukuku, bu alanda ortaya çıkan uyuşmazlıkların yargı yoluyla çözülmesinin dışında ülkemizde mülk edinmek isteyen yabancılara danışmanlık yapılmasını da kapsamaktadır.

Yabancıların mülk edinmesi konusunda danışmanlık yapan avukatlar; malların alım ve satımı konularında hukuki bilgilendirme yapar, kira ve satış sözleşmelerinin hazırlanmasından geçerlilik süresi boyunca yönetilmesine kadar destek olurlar. Ayrıca tapu sicil ve kadastro müdürlükleri ve belediyeler nezdinde kayıt tetkik işlemleri ve gayrimenkullerin değerlerinin tespiti, yapı ve eser projelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıkların yargıya taşınması durumunda dava sürecinin takibi konularında hizmet vermektedirler.

TİCARET MAHKEMESİ GÖREV YETKİLERİ


Asliye Ticaret Mahkemesi Görev ve Yetkileri kanunda ayrıntılı olarak belirlenmiş olup hukuk muhakemeleri kanunu mahkemelerin görev ve yetkileri kapsamında değerlendirilmiştir.

Asliye Ticaret Mahkemesi Nedir?

Dava konusunda herhangi bir miktar ve sınır olmaksızın ticari davaların görüldüğü mahkemelere asliye ticaret mahkemesi denir. Asliye ticaret mahkemeleri nitelik olarak özel bir mahkemedir. Asliye ticaret mahkemesinde görülen ticari davalar mutlak ticari dava ve nispi ticari dava olarak ikiye ayrılır.

  • Mutlak ticari dava : Kanunlarda ve özellikle Türk Ticaret Kanunu’nda ticari dava oldukları belirtilen ve asliye ticaret mahkemesinde görülecekleri açıkça yazılan davalar mutlak ticari davadır. Bir davanın mutlak ticari dava olması için tarafların tacir olmasına ya da dava konusunun ticari bir iş olmasına gerek yoktur.
  • Nispi ticari dava : Eğer bir hukuk davasında tarafların ikisi de tacirse ve bu dava ticari işletmelerle ilgiliyse, hukuk davası ticari dava sayılır. Bu tip davalara da nispi ticaret davası denir. Fakat bir davanın nispi ticaret davası olması için iki tarafında tacir olması ve iki tarafında ticari işletmesiyle ilgili olması gerekir.

Asliye Ticaret Mahkemesinin Görevleri

Asliye ticaret mahkemesi bir özel mahkemedir. Bu nedenle sadece kanunda belirtilen davalara bakmakla görevlidir. Asliye ticaret mahkemesi her yargı bölgesinde yer almayabilir. Asliye ticaret mahkemesinin bulunmadığı yerlerde genel mahkeme olan asliye hukuk mahkemesi görevlidir. Asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğu davalar genellikle teknik bilgi isteyen, karmaşık davalar olabilmektedir. Bu nedenle asliye ticaret mahkemesinin görev alanındaki davaların bir hukuk bürosu aracılığı ile sürdürülmesi önemlidir. Asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğu davalar şu şekildedir;

  • Türk Ticaret Kanunu ve diğer kanunlarda ticari dava olarak kabul edilen davalar.
  • Her iki tarafın tacir olduğu ve davanın her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili olduğu davalar.

Kural olarak asliye ticaret mahkemesi tek hakimli bir mahkemedir. Fakat bazı hallerde üç kişilik bir hakim heyeti davaya bakmaktadır. Üç kişilik hekim heyetince asliye ticaret mahkemesinde görülecek olan davalar şunlardır;

  • Konusu parayla ölçülebilen davalarda dava değeri 300.000 (üçyüzbin) TL olan davalar.
  • Türk Ticaret Kanunu’nda hakimin kesin olarak karara bağlayacağı öngörülen davalar.
  • Tahkim yargılamasıyla ilgili davalar.
  • İflastan ve konkordatodan kaynaklanan davalar.
  • Şirketlerin organları, tasfiyeleri ve fesihlerine ilişkin davalar.

Asliye Ticaret Mahkemesinin Yetkisi

Yetki kavramı davanın nerede açılması gerektiğini gösterir. Bir ticari davada hangi asliye ticaret mahkemesinin yetkili olduğu Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nca belirtilmiştir. Genel yetkili asliye ticaret mahkemesi davanın açıldığı tarihte davalının yerleşim yerindeki asliye ticaret mahkemesidir. Fakat bazı davalar için özel yetki belirlenmiş olabilir. Bu davalarda hem özel yetkili olan asliye ticaret mahkemesi hem de genel yetkili olan asliye ticaret mahkemesi yetkili kabul edilir. Yani özel yetkinin bulunduğu davalarda dava her iki yetkili mahkemede de açılabilir.

Bir dava türü için kesin yetki kuralı öngörülmüş olabilir. Kesin yetki kuralının öngörüldüğü asliye ticaret mahkemesinde görülecek davalarda yalnızca kanunda bahsedilen mahkeme yetkilidir. Bu şekilde bir kesin yetki belirlenmişse genel ve özel yetkili mahkemelerin yetkisi geçersiz olur. Asliye ticaret mahkemesinde görülen davalarda kesin yetki kuralları şu şekildedir;

  • Şirketlerin, ortaklık ve üyelik ilişkileriyle sınırlı olmak kaydıyla, ortaklarına ve üyelerine karşı açılacak davalarda şirketin merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesi kesin yetkilidir.
  • Can sigortalarıyla ilgili davalarda sigorta ettirenin, lehtarın ya da sigortalının lehine veya aleyhine açılan davalarda bu kişilerin yerleşim yerindeki asliye ticaret mahkemesi kesin yetkilidir.

Asliye Ticaret Mahkemesi Hangi Davalara Bakar?

Asliye ticaret mahkemesi Türk Ticaret Kanunu ve diğer kanunlarda ticari dava olarak kabul edilen davalar ile her iki tarafın tacir olduğu ve davanın her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili olduğu davalara bakar. Asliye ticaret mahkemesinin baktığı davalar tarafların tek başlarına yürütmelerinin zor olduğu davalardır. Bu nedenle bu davalarda ticaret hukuku alanında deneyimli bir avukattan destek almak tavsiye edilir. Asliye ticaret mahkemesinin baktığı davalardan bazıları şu şekildedir;

  • Çek, senet ve bono ile ilgili davalar
  • İflas davası
  • Rekabet yasağı davası
  • İşletmenin veya malvarlığının devralınması, birleşmesi ve tür değiştirmesiyle ilgili davalar
  • Komisyon sözleşmesiyle ilgili davalar
  • Ticari temsilciler ve ticari vekillerle ilgili davalar
  • Sigorta ile ilgili davalar
  • Kredi mektubu ve kredi emriyle ilgili davalar
  • Bankalara ve diğer finansal kuruluşlara ödünç para verme ile ilgili davalar

Asliye Ticaret Mahkemesi Kararına Karşı İstinaf Yoluna Başvuru

Asliye ticaret mahkemesi kararının yanlış ya da eksik olduğunu düşünen taraf istinaf yoluna başvurabilir. Asliye ticaret mahkmesinin verdiği nihai kararlar ve ihtiyati haciz ve tedbir kararlarının yanlış ya da eksik olduğu iddiasıyla istinafa gidilebilir. Fakat asliye ticaret mahkemesinin verdiği ara kararlar istinafın konusu olamaz. Asliye ticaret mahkemesinde görülen bir malvarlığıyla ilgili davada istinafa gidebilmenin önkoşulu dava konusu değerin 2018 yılı itibari ile 3.560 TL’den fazla olmasıdır.

Asliye ticaret mahkemesi kararına karşı istinafa gitmek isteyen taraf bölge adliye mahkemesine bir dilekçe ile başvurmalıdır. Başvurulacak bölge asliye mahkemesi kararı veren asliye ticaret mahkemesinin bulunduğu yerdeki mahkemedir. Dilekçeden istinafa başvurma sebebi açık bir şekilde yazılmış olmalıdır. Asliye ticaret mahkemesinin ilamı taraflara tebliğ etmesinden itibaren 2 hafta içerisinde taraflar istinaf yoluna başvurabilir. İstinafa başvuru için verilen dilekçeye karşı taraf bu dilekçenin kendisine tebliğ edilmesinden itibaren 2 hafta içerisinde cevap dilekçesi vermelidir. Asliye ticaret mahkemesinin kararını yanlış ya da eksik bulan kişinin istinafa başvurabilmesi için bu durumdan bir menfaatinin bulunması gerekir. Asliye ticaret mahkemesinin kararına karşı başvurulan istinaf yolunda mahkeme başvuruyu haklı bulursa üç çeşit karar verebilir;

  • Asliye ticaret mahkemesi kararının kaldırılarak davanın mahkemeye geri gönderilmesi.
  • Asliye ticaret mahkemesi kararının kaldırılarak davanın tamamen ya da kısmen kabul edilmesi.
  • Asliye ticaret mahkemesi kararının kaldırılarak davanın reddedilmesi.

Asliye Ticaret Mahkemesi Kararına Karşı Temyiz Yoluna Başvuru

Temyiz, istinaf kararlarına, yani bölge adliye mahkemesi kararlarına karşı başvurulan bir yoldur. Asliye ticaret mahkemesinin kararına karşı doğrudan temyize başvurulamaz, önce istinafa başvurulması gerekir. Temyiz yolunda yalnızca bölge adliye mahkemesinin verdiği kararın hukuka uygunluk denetimi yapılır, yeni bir inceleme yapılarak yeni bir karar verilmez. Asliye ticaret mahkemesinin görev alanına giren bir davayı temyize götürebilmek için dava konusunun değeri 2018 yılı itibari ile 47.530 lirayı geçmelidir.

Temyiz yoluna başvurmak isteyen taraf istinaf yolunda verilen nihai kararın tebliğinden itibaren 2 hafta içerisinde bu başvuruyu gerçekleştirmelidir. Karşı taraf başvuruda bulunan iddialara cevap vermek için temyize başvuru dilekçesinin kendisine tebliğinden itibaren 2 hafta içinde ise cevap dilekçesi verilmelidir. Temyiz incelemesi sonucunda şu kararlar verilebilir;

  • Bozma kararı
  • Onama kararı
  • Düzelterek onama kararı

Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte sonuç değişmemiş ise, doktor ve hastane sorumlu tutulmamalıdır.”

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda, ilamda yazılı nedenlerden dolayı
davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün davacı avukatınca duruşmalı olarak temyiz edilmesi
üzerine, temyiz dilekçesinin süresinde olduğu saptanarak dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.
Davacı, yüzündeki gülümseme çizgi ve kırışıklıkların giderilmesi için 1999 yılı Haziran ayında davalı
kliniğe başvurduğunu, davalı doktor Hande tarafından yüzüne tam olarak ne olduğu bilinmeyen bir
dolgu malzemesi enjekte edildiğini, yüzünde çeşitli reaksiyonlar oluştuğunu, davalı doktorun
iyileştirme vaadi ile müdahalelerde bulunduğunu, her seferinde durumunun daha da kötüleştiğini,
yüzünde kalıcı yumru kütleler, çöküntüler ve morluklar oluştuğunu, uzmanların bir daha iyileşme ve
cerrahi müdahale ile dahi iyileşme şansı olmadığını bildirdiklerini, davalı doktorun özensiz ve kusurlu
davranışları sonucu ortaya çıkan zarardan davalıların sorumlu olduklarını ileri sürerek çektiği elem ve
ıstırabın karşılığı 200.000,00 YTL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte
davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalılar, 12.05.1999 tarihinde kliniğe gelen davacının burun kenarında oluşan çizgileri azaltmak
amacıyla enjeksiyonla kozmetik tedavi yapılmasını istediğini, çok basit ve sık uygulanan bir yöntemle
burun kenarlarına new-fill denen bir dolgu maddesinin enjekte edildiğini, iki seans uygulamadan sonra
davacının İtalya’ya yerleşmesi nedeniyle bir daha görmediklerini, kusurları bulunmadığını savunarak
davanın reddini dilemişlerdir.
Mahkemece, davacının yüzünde oluşan yumruların, Adli Tıp Kurumu ve Tabip Odası Onur Kurulu
raporlarına göre bir komplikasyon sonucu oluştuğunun anlaşıldığı, işin kötü yapılması veya kötü
malzeme kullanımı söz konusu olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı
tarafından temyiz edilmiştir.
Bir davada dayanılan maddi olguları hukuksal açıdan nitelendirmek ve uygulanacak yasa hükümlerini
bulmak ve uygulamak HUMK’nın 76. maddesi gereği doğrudan hakimin görevidir. Davacı, yüzündeki
kırışıkların giderilmesi için davalı doktorun yaptığı müdahalenin özensiz ve kusurlu olması nedeniyle
kalıcı zararlara yol açtığı iddiası ile manevi tazminat istemişlerdir. Davanın temeli vekillik sözleşmesi
olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır (BK m. 386-390). Vekil, vekalet görevine konu işi
görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için
gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışların özenli olmayışından doğan
zararlardan dolayı sorumludur. Vekilin sorumluluğu, genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin
kurallara bağlıdır. Vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, en hafif kusurundan bile
sorumludur (BK m. 321/1). O nedenle davacının tedavisini üstlenen hastane ve doktorların meslek
alanı içinde olan bütün kusurları, hafif de olsa, sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor
ve hastane, hastasının zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu
tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz
biçimde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde
dahi olsa, bir tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddüdünü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve
bu arada da, koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim
yapılırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutulmak, onu risk altına sokacak tutum ve
davranışlardan kaçınılmak ve en emin yol seçilmelidir. Gerçekten de müvekkil (hasta), mesleki bir iş
gören vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemek
hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, BK’nun 394/1. maddesi hükmü uyarınca, vekaleti
gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte sonuç
değişmemiş ise, doktor ve hastane sorumlu tutulmamalıdır.
Somut olaya bakıldığında, davacının yüzündeki kırışıkları gidermek için davalı klinik ve doktora
başvurduğu, davalı doktorun davacının yüzüne fill-new adlı dolgu malzemesi enjekte ettiği, sonuçta
davacının yüzünde giderilmesi mümkün olmayan hasar oluştuğu, taraflar arasında ihtilaflı değildir.
Çözümlenmesi gereken husus, davalının üstlendiği tedaviyi yaparken özen borcunu yerine getirip
getirmediğidir. Dosya içerisinde bulunan raporlarda davacının yüzünde oluşan hasarın nedeni, yabancı
cisim reaksiyonu olarak bildirilmiştir. 22.12.2006 tarihli Adli Tıp Raporunda, enjeksiyon işleminin ve
daha sonra gelişen deri altı yabancı cisim reaksiyonu sonrası uygulanan kortikosteroid tedavisi
işleminin günümüz tıp kurallarına ve kozmetik cerrahisi tekniğine uygun bir işlem olduğu, daha sonra
yüz bölgesinde gelişen lezyonların, bu işlem sonrası nadir gelişen komplikasyonlardan olduğu
bildirilmiş ise de, davalının bu işlemi yapmadan önce davacıya işlemin muhtemel komplikasyonları
hakkında bilgi verip vermediği, riskleri anlatıp anlatmadığı, özetle aydınlatılmış rıza alınıp alınmadığı
konusunda bir inceleme yapılmamıştır. Davalı doktor, davacının şikayeti üzerine Onur Kurulu’nda
verdiği 23.09.2005 tarihli ifadesinde, davacıya yapılacak işlemin ayrıntılarını anlattığını, dolgu
malzemesinin doğal bir madde olduğunu söylediğini, ancak her maddenin alerji yapma riski
bulunduğunu, nadir de olsa bir komplikasyon oluşursa tedavi edilebileceğini anlattığını, ancak bu
hususları kayıt altına almadığını, o zamanlar onama belgesi alınmadığını bildirmiştir. Davalı, davacıyı
müdahalenin komplikasyonları konusunda aydınlattığını yazılı belge ile ispat edemediği gibi,
beyanında geçen komplikasyon oluştuğu halde tedavisinin de mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
Hükme esas alınan bilirkişi raporlarında davalı doktorun, davacıyı aydınlatma borcunu yerine getirip
getirmediği tartışılmamıştır. Eksik inceleme ve araştırma sonucu hüküm kurulamaz. O halde,
mahkemece yukarıda açıklanan hususlarla ilgili olarak varsa taraf delillerini topladıktan sonra
davalının aydınlatılmış onam alma yükümlüğünü yerine getirip getirmediği, giderek kusuru bulunup
bulunmadığı yönünde inceleme yapılmak üzere, dosyanın tomar halinde üniversitelerden seçilecek
konusunda uzman bilirkişilere teslimi ile taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine açık, ayrıntılı ve
gerekçeli rapor tanzim edilmesinin istenmesi, bundan sonra hasıl olacak sonuca göre bir karar
verilmesi gerekirken, eksik inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm tesis edilmesi usul ve
yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle, temyiz olunan kararın temyiz eden davacı yararına
BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, 18.09.2008 gününde oybirliği
ile karar verildi.

GÖREVDEN AYRILABİLİR KİŞİSEL KUSUR

Dava, doktor hatası sonucu desteğin ölümü nedenine dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken verdikleri zararlar nedeniyle açılacak davaların idare aleyhine açılması gerekir. Ancak idare aleyhine dava açılabilmesi, eylemin hizmet kusurundan kaynaklanması şartına bağlıdır.
Somut olayda ise, kişisel kusurlara dayanılmıştır. Bu durumda mahkemece, idarenin hizmet kusuru dışında, davalı gerçek kişilerin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurları olup olmadığı araştırılarak sonucuna göre karar verilmelidir.” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 29.03.2006 Tarih, E.2006/4-86 K.2006/111sayılı kararı.

BOŞANMA İLE BİRLİKTE KADIN ÇOCUĞUNA KENDİ SOY İSMİNİ VEREBİLİR.

T.C YARGITAY 2. Hukuk Dairesi Esas: 2018 / 1306 Karar: 2018 / 4719 Karar Tarihi: 09.04.2018

Dava: Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk
Dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmekle,
evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Karar: Davacı B. Karakol 12.05.2016 tarihli dava dilekçesinde; davalılardan Y. İncel ile 27.02.2015
tarihinde kesinleşen kararla boşandıklarını, ortak çocuk 17.03.2011 doğum tarihli A. E.’nin velayetinin
kendisine verildiğini, okula başlayan ortak çocuğun “İncel” olan soyadı ile kendisinin evlenmeden
önceki soyadı olan “Karakol” soyadlarının farklılığı sebebiyle günlük işlemlerde sorun yaşadığını,
çocukla ilgili işlemlerde annesi olduğunu belgelemek için nüfus kayıt örneği ile boşanma ilamını ibraz
etmek zorunda kaldığını, davalı babanın ortak çocuğa ilgisiz olduğunu, çocukla uzun süredir
görüşmediğini ve nafaka ödemediğini, çocuğun da anne ile çocuğun soyadlarının farklı olmasından
rahatsız olduğunu ve anne ile aynı soyadını taşımak istediğini iddia ederek, ortak çocuğun soyadının
davacı annenin soyadı olan “Karakol” olarak değiştirilmesini talep ve dava etmiş, ilk derece
mahkemesi 18.07.2017 tarihli kararla; “4721 sayılı TMK.nun 321. maddesine göre ana ve baba evli ise
çocuğun ailenin soyadını taşıyacağı, “aile” deyiminden babanın anlaşılacağı, çocuğa soyadı verilmesi
için o çocuğun doğum tarihinde anası ile babasının evli olup olmadığına bakmanın gerekeceği,
soyadının değiştirilmesi istenen 17.03.2011 doğumlu A. E. İ.’in doğum tarihi itibariyle ana ve
babasının evli olduğu, evlilik birliği içinde doğan çocuğun TMK.nun 321.maddesine göre babanın
soyadını aldığı, çocuğun soyadı bu suretle belirlendikten sonra onun soyadını velayet hakkına
dayanarak değiştirmenin Türk Medeni Kanununun 321. maddesindeki düzenleme karşısında mümkün
olmadığı, çocuğun soyadının ancak ergin olduktan sonra Türk Medeni Kanununun 27. maddesindeki
koşulların varlığı halinde kendisi tarafından veya babanın TMK.nun 27. maddesindeki koşulları

kanıtlayarak kendi soyadını değiştirmesi halinde mümkün olduğu, bu iki durum gerçekleşmediği
sürece çocuğun babanın soyadını taşıması gerektiği…” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş,
kararın anne tarafından istinaf edilmesi üzerine İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
14.11.2017 tarihli kararı ile “…evlilik birliği içinde doğan çocuğun Türk Medeni Kanununun 321.
maddesi uyarınca babanın soyadını aldığı…” gerekçesiyle davacının istinaf talebini esastan reddetmiş,
hüküm davacı anne tarafından temyiz edilmiştir.
Dava münhasıran velayet hakkına sahip davacı annenin ortak çocuğun soyadının kendi soyadı ile
değiştirilmesine yöneliktir.
Yapılan yargılama ve toplanan delillerden; ortak çocuk A. E.’nin tarafların evlilik tarihinden önce
17.03.2011 tarihinde doğduğu, 18.03.2011 tarihinde davalı baba tarafından tanınarak baba ile
soybağının kurulduğu, tarafların 22.08.2011 tarihinde evlendikleri ve 27.02.2015 tarihinde kesinleşen
kararla boşandıkları, boşanma kararı ile birlikte ortak çocuk A. E.’nin velayetinin davacı anneye
bırakıldığı, davacı annenin halen velayet hak ve sorumluluğuna sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Çocuk ile ana arasında soybağı doğumla kurulur. Çocuk ile baba arasında soybağı, ana ile evlilik,
tanıma veya hâkim hükmüyle kurulur. Soybağı ayrıca evlât edinme yoluyla da kurulur (TMK m. 282).
Evlilik dışında doğan çocuk, ana ve babasının birbiriyle evlenmesi hâlinde kendiliğinden evlilik içinde
doğan çocuklara ilişkin hükümlere tâbi olur (TMK m. 292). Çocuk, ana ve baba evli ise ailenin
soyadını taşır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşıyorsa çocuk onun bekârlık
soyadını taşır (TMK m. 321).
Adın değiştirilmesi, ancak haklı sebeplere dayanılarak hâkimden istenebilir. Adın değiştirildiği nüfus
siciline kayıt ve ilân olunur. Ad değişmekle kişisel durum değişmez. Adın değiştirilmesinden zarar
gören kimse, bunu öğrendiği günden başlayarak bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava
edebilir (TMK m.27). Soyadı, bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir unsuru hâline
gelen, birey olarak kimliğin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri ve vazgeçilmez, devredilmez,
kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkıdır.
Velayet; ana veya babanın, ergin olmayan çocuklarının veya kısıtlanmış ergin çocuklarının kişi
varlığına, malvarlığına ve bu iki husus hakkında onları temsiline ilişkin sahip oldukları hakların ve
yükümlülüklerin bütününe denir (AKINTÜRK, Turgut: Türk Medeni Kanunu C.2, Aile Hukuku,
İstanbul 2002, s. 400). Velayet, çocuk ergin oluncaya kadar onunla ilgili alınması zorunlu kararları
alma hususunda veliye sorumluluk yükler ve onları yetkili kılar. Bu bakımdan modern hukukta velayet,
bir hak olduğu kadar aslında çocuğun üstün yararının sağlanması bakımından yetki ve sorumluluk da
içerdiğinden, hak ve yükümlülüklerin toplamı olarak kabul edilmektedir. Velayetin nihai amacı, henüz
erginliğe ulaşmamış küçüğün, ileride bir yetişkin olarak gelecekteki hayata hazırlanmasını sağlamaktır
(AKYÜZ, Emine Çocuk Hukuku Çocuk Haklarının Korunması,2012 s.220). 4721 sayılı Kanun’un
velayet hakkına ilişkin 335. maddesinde, ergin olmayan çocuğun, ana ve babasının velayeti altında
olduğu, yasal sebep olmadıkça velayetin ana ve babadan alınamayacağı belirtilmek suretiyle evlilik
ilişkisi süresince velayet hakkının ve bu kapsamdaki yetkilerin ortak kullanımına işaret edilmiş; 336.
maddesinde evlilik devam ettiği sürece ana ve babanın velayeti birlikte kullanacağı, ortak hayata son
verilmesi veya ayrılık hâlinde hâkimin velayeti eşlerden birine verebileceği, ana ve babadan birinin
ölümü hâlinde velayetin sağ kalana, boşanmada ise çocuk kendisine bırakılan tarafa ait olduğu hüküm
altına alınmış, velayet hakkı ve içerdiği yetkilerin kullanımı noktasında da eşlerin eşitliği prensibi
yansıtılmaya çalışılmıştır.
Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde, velayet hakkı kapsamındaki yetkiler dâhilinde olan çocuğun
soyadının belirlenmesi hususunun düzenlendiği 21.6.1934 tarihli ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 4.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi
edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği adı alır.” şeklindeki düzenleme Anayasa
Mahkemesinin 8.12.2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal
kararı gerekçesinde, kadın ve erkeğin evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve
sorumluluklara sahip olmaları gereğine yer veren uluslararası sözleşme hükümlerine de atıf yapılmak

ve eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından
aynı hukuksal konumda oldukları, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme
hakkının kadına tanınmamasının, velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete göre ayırım
yapılması sonucunu doğuracağı belirtilmek suretiyle itiraz konusu kuralın, Anayasa’nın 10. ve 41.
maddelerine aykırı görülmesi nedeniyle iptaline karar verildiği belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 25.06.2015 ve 2013/3434 numaralı, 11.11.2015 tarih ve 2013/9880 numaralı,
20.07.2017 tarih ve 2014/1826 numaralı bireysel başvuru kararlarında ise; velayet hakkı tevdi edilen
çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebin, velayet hakkı ve bu kapsamdaki
yetkilerin kullanımı ile ilgili olması sebebiyle Anayasa’nın 20. maddesi kapsamında ele alınması
gereken bir hukuki değer olduğunu, koruma, bakım ve gözetim hakkı veya benzer terimlerle ifade
edilen velayet hakkı kapsamında, çocuğun soyadını belirleme hakkının da yer aldığını, eşlerin evliliğin
devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal
konumda olduğunu, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını belirleme hakkının
kadına tanınmamasının, velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete dayalı farklı bir muamele
teşkil ettiğini, çocuğun bir aileye mensubiyetinin belirlenmesi amacıyla bir soyadı taşıması ile nüfus
kütüklerindeki kayıtların güvenilirliği ve istikrarının sağlanmasında, çocuğun ve kamunun açık bir
menfaati bulunmakla birlikte, annenin soyadının çocuğa verilmesinin söz konusu menfaatlerin tesisine
olumsuz etkilerinin kesin olarak saptanması gerektiğini ve başvurulara konu yargısal uygulamaların
ölçülü olduğunun kabul edilemeyeceğini belirterek, eldeki somut olaya benzer nitelikteki başvurulara
konu yargısal kararlarda Anayasa’nın 20. maddesi ile birlikte değerlendirilen Anayasa’nın 10.
maddesinde güvence altına alınan ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine karar verilmiş, aynı kararlarında
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili
mahkemesine gönderilmesini de kararlaştırmıştır.
Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru sonucunda verdiği ihlal kararları, soyut ve somut norm
denetiminden farklı olarak, sadece başvuruda bulunan kişi ve başvuruya konu idari işlem ya da karar
açısından geçerli ve bağlayıcıdır. Anayasa Mahkemesinin saptadığı hak ihlalinin, mahkeme kararından
kaynaklandığını belirleyen ve Kuruluş Kanununun 50. maddesinin (2.) fıkrasında dayanarak aldığı
“ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmasına” ilişkin kararı karşısında,
ilk derece mahkemelerinin başvuru konusu somut olay ve kişi bakımından artık başka türlü karar
vermesine olanak yoktur. Ne var ki, yukarıda açıklanan velayet hakkına sahip annenin ortak çocuğun
soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesine yönelik açılan başkaca davalarda yapılan benzer yargısal
kararların, bireysel başvuru konusu yapılması Halinde Yüksek Mahkemece, bundan sonra da hak
ihlalinin tespit edileceği ve ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yolunun
açılacağı da muhakkak gözükmektedir. Anayasanın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile
Türkiye’nin taraf olduğu eki protokollerin ortak koruma alanında bulunan “temel hak ve özgürlüklerin
ihlal edildiği iddialarının” öncelikle genel yargı mercilerinde olağan kanun yollarında çözüme
kavuşturulması asıldır.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararları kapsamında; “Çocuğun Üstün Yararı” ilkesinin de irdelenmesi
gerekmektedir. Bu ilkenin en genel anlamdaki tanımı, çocuğun yararlarının her zaman ve her koşulda
öncelikle korunması olup, çocuk hukukunda karşılaşılan tüm sorunlarda, görevli ve yetkililere yol
gösteren, çocuk yararına çözümün tercih edilmesini emreden, zayıfı, güçlüye karşı koruyan en üst
ilkedir (AKYÜZ, Emine Çocuk Hukuku Çocuk Haklarının Korunması, 2012 s. 10). Çocuğun üstün
yararı, çocuğu ilgilendiren her işte göz önüne alınması zorunlu olan ve belirli bir somut olayda çocuk
için en iyisinin ne olduğunu belirlemede dikkate alınan bir ölçüt, bir kılavuzdur. Çocuğun üstün yararı
çocuğun haklarını garanti altına alan bir işlev de üstlenmektedir (YÜCEL, Özge Ufuk Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt 1 Sayı 2, Aralık 2013, s. 117-137). Esasın da çocuğun üstün yararına
gereken önemin verilmesi, yalnızca çocuğun ya da ana babanın değil, toplumun da menfaatinedir.
Çünkü çocuğun sosyal, kültürel, fiziksel ve psikolojik yönden olumlu gelişimi, ilerde toplumda zararlı
davranışlarının ortaya çıkmasını da engelleyecektir (BAKTIR, Çetiner Selma, Velayet Hukuku,
Ankara 2000 s.33).
Somut olayda, velayet hakkına sahip davacı anne, soyadlarının farklı olmasından çocuğun rahatsız

olduğunu ve anne ile aynı soyadını taşımak istediğini ileri sürmüş olup, davacı tanıkları da davalı
babanın çocuğuna ilgisiz olduğunu, yaklaşık üç yıldır babanın çocuğunu görmeye gelmediğini,
çocuğun birlikte yaşadığı anne ile aynı soyadını taşımamaktan rahatsız olduğunu, anne ile aynı
soyadını taşımak isteğini sürekli dile getirdiğini, kendisini tanıtırken soyadını annenin soyadı olan
“Karakol” olarak ifade ettiğini beyan etmişlerdir. Çocuğun soyadının annenin soyadı ile değiştirilmesi
halinde çocuğun üstün yararı bakımından ruhsal gelişiminin olumsuz etkileneceği ileri sürülmediği
gibi, az önce açıklanan tanık beyanlarından çocuğun soyadının annenin soyadı olarak değiştirilmesinin
çocuğun üstün yararına olabileceği anlaşılmaktadır.
Tüm bu açıklamalar ışığında; velayet hakkı tevdi edilen annenin çocuğun soyadının kendi soyadı ile
değiştirilmesi yönündeki talebinin velayet hakkı kapsamındaki yetkilerin kullanımı ile ilgili olduğu,
velayet hakkı kapsamında çocuğun soyadını belirleme hakkının da yer aldığı, aynı hukuksal konumda
olan erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını belirleme hakkının kadına
tanınmamasının velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete dayalı farklı bir muamele teşkil
edeceği, evlilik birliği içinde doğan çocuğun taşıdığı ailenin soyadını, evlilik birliğinin sona ermesi ile
kendisine velayet hakkı tevdi edilen annenin kendi soyadı ile değiştirmesini engelleyici yasal bir
düzenlemenin bulunmadığı, somut olayda söz konusu değişikliğin çocuğun üstün yararına da aykırı
bulunmadığı ve çocuğun soyadı değişmekle kişisel durumunun değişmeyeceği (TMK m. 27) dikkate
alındığında, Anayasa Mahkemesinin benzer olaylarda verdiği hak ihlaline ilişkin kararları da
gözetilerek, davanın kabulüne karar vermek gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru
olmayıp, hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan sebeple İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesinin 14.11.2017
tarihli kararının KALDIRILMASINA, ilk derece mahkemesi olan İzmir 8. Aile Mahkemesinin
18.07.2017 tarih 2017/11 esas, 2017/523 karar sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen
ilk derece mahkemesine gönderilmesine, kararın bir örneğinin de adı geçen bölge adliye mahkemesi
hukuk dairesine gönderilmesine, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine
OYBİRLİĞİYLE karar verildi. 09.04.2018

UZUN SÜRE AYNI EVDE KÜS YAŞAMAK BOŞANMA SEBEBİDİR.

Dava ve Karar: Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen,
yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı-karşı davacı erkek tarafından kendi davasının
reddi, kusur belirlemesi ve tazminatlar yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp
düşünüldü:
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin
takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-karşı davacı erkeğin aşağıdaki bendin kapsamı
dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2- Mahkemece, davacı-karşı davalı kadının davası kabul edilerek boşanma kararı verilirken davalıkarşı davacı erkeğin davası reddedilmiş ise de; yapılan yargılama ve toplanan delillerden, davacı-karşı
davalı kadının, birlik görevlerini yerine getirmediği, yatağını ayırdığı, uzun süre aynı evde küs yaşadığı
ve buna göre davalı-karşı davacı kadının da kusurlu olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, davalı-karşı
davacı erkeğin boşanma davasının da kabulü gerekirken, yazılı şekilde reddi doğru değil ise de;
kadının davasında verilen boşanma hükmü temyiz edilmeksizin kesinleşmekle erkeğin boşanma davası
konusuz kalmıştır. Bu sebeple mahkemece, erkeğin davası yönünden dava konusuz kaldığından “Karar
verilmesine yer olmadığına” dair hüküm kurmak ve davadaki haklılık durumuna göre yargılama
giderleri ve vekalet ücreti konusunda karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
Sonuç: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma
kapsamı dışında kalan temyize konu bölümlerinin ise yukarıda l. bentte gösterilen sebeple
ONANMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15
gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliği ile karar verildi. 07.02.2017

Whatsapp ile ulaşın bize
Whatsapp'a gönder

Bu Sayfadaki İçeriği KOPYALAYAMAZSNIZ !!!